PINAR Yaşam Pınarım

Pınar’ın misyonu; tüketicilerine sağlık, lezzet, yenilik kaynağı olan ürünleri sunan bir yaşam pınarı olmaktır. Bu misyon çerçevesinde yaşam pınarı olmanın temelde dayandığı üç ana unsur; sağlık, lezzet ve yenilik pınarı olma özelliğidir. Pınar, tüketicilerine sunduğu sağlık, lezzet ve yenilik ekseninde “iyi yaşam”’ı destekler ve faaliyetleri bu ana hedef doğrultusunda sürdürür.

Bütün anneler özel ama bazıları daha özel…

Her sayıda başarılı kadınlarla söyleşi yapıyoruz. Bu sayımızda, ilk çocuğuyla ilgili yaşadığı olumsuzluklarla, hayatına dâhil olan sayısız zor duruma rağmen gülmeye, çalışmaya, yaşamaya devam etmeyi başarmış, ikinci kez anne olmuş bir konuğumuz var: sevgili özge uzun…

Özge Uzun… Sahici, dürüst, duygularını saklamayan, hata yapmaktan korkmayan, çok çalışan, kalemi kuvvetli bir kadın... Uzun yıllardır sunduğu haber programları ile evlerimize konuk oluyor. Şu sıralar TRT’de hafta sonları canlı bir haber programı sunuyor, Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor, Başkent İletişim Akademisi’nde spikerlik-sunuculuk dersleri veriyor. Özge Uzun dünyalar güzeli iki çocuğun da annesi aynı zamanda. Yeni doğan güzeller güzeli Siva ve onun ağabeyi “mavi gözlü dev” Dağhan. Dağhan özel bir çocuk, hastalığının teşhisi konulmamış olsa bile, farklı bir gelişim gösteriyor. Dağhan’la birlikte hayatı da değişen Uzun’un arkadaşlarının ısrarları üzerine başladığı yazma serüveni ona bir başka yeteneğini de hatırlatmış durumda: Yazarlık... Oğlu için açtığı blog o kadar çok okunuyor ki!.. Danışmak isteyenler, kendi yolunu çizmeye çalışanlar, duygularını bu derece perdesiz, yalın ve çekinmeden yazan birini takip ederek güç alanlar... Özge Uzun’un Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazıları da şu sıralar büyük ses getiriyor, sebebi aslında basit: Kim ne diyecek diye düşünmeden, hissettiği gibi, bildiği gibi; duygularından, düşüncelerinden şüpheye düşmeden, kendini olduğu gibi kabul ederek yazıyor. Çok çalışan, yeri geldiğinde  -kendi deyimiyle- çuvallayan ama bunu dert etmeyip yoluna devam eden, evlatlarını çok seven, başarılı, güzel bir anne Özge Uzun... Onu takdir etmemek mümkün değil...

Haydi, biraz geçmişe gidelim... Milletvekili bir babanın kızı olarak Ankara’da doğmuşsunuz. Sizin için öngörülen meslekler yerine ekranda olmayı istemiş, bunu da başarmışsınız. Bu seçiminiz evde nasıl karşılanmıştı?

Tek kelimeyle kriz olmuştu. Belki haklıydılar da, çünkü televizyonda şansınız yaver gitmezse başarılı olamayabilirsiniz. Çok çalışırsınız -ki ben gerçekten çok çalıştım- ama şansınız yoksa ilerleyemezsiniz. Ailem şu an benimle gurur duyuyor, beni izliyor, hakkımda yazılan haberleri arşivliyor ama bu böyle olmayabilirdi. Ben çok zor durumlarda kalabilirdim... İnatçı bir insanım. Küçükken de böyleydim. Benim kuyruğum çok diktir. Hatta babaannem bana: “Senin kuyruğun o kadar dik ki, burnun düşse eğilip almazsın” diye kızardı. Bu iyi bir şey değil elbette. Çünkü kuyruğun ne kadar dikse o kadar çok yaralanıyorsun. Ben şimdi yumuşatmaya çalışıyorum onu. Bunu 36 yaşında, iki çocuk annesi biri olarak, yaşadığım onca şeyden sonra söyleyebiliyorum elbette. 18 yaşında İstanbul’a gelen Özge ile karşılaşsam ona bir şeyleri anlatmaya çalışırdım ama anlamayacağını da bilirdim. Yani o yine kendi aklına koyduğunu yapardı.

Sizi hepimiz televizyon ekranlarından tanıyorduk. Bunun yanı sıra, son bir yıldır yazılarınız da sosyal medyada en fazla paylaşılanlar arasına girmeyi başardı. Çok başarılı bir de blog’unuz var. Yazı mecrasında yaptıklarınızdan da söz eder misiniz bize biraz?..

Cumhuriyet Gazetesi’nde, anne ve çocuk ekseninde yazılar yazıyorum. Buna, kadın olmak da giriyor, yeri geldiğinde ‘nefret’ de giriyor, bir şehre duyulan aşk da... Yıllar önce, henüz evlenmemişken küçük bir blog açmıştım kendime. Ben edebiyatı, özellikle şiiri çok severim. Deneme yazıları yazıyordum orada. Dağhan’dan sonra yaşadığım süreçte bana sürekli “yaz” dediler. Ben de “mavi gözlü küçük dev”i açtım ve orada yazmaya başladım. Okunup okunmadığından bile haberim yoktu. Sonra çok büyüdü o blog. Kendi kişisel internet sitemi açınca, blog’u bu siteye de taşıdık. Bu dönemde CNN Türk’ün sitesinde ve benimgibi.com’da da yazılar yazıyordum. Sonunda da Cumhuriyet’in kapıları açıldı. Bu durum gazete için de bir ilkti. Benim gibi bir yazarları olmamıştı daha önce. Benim için çok kıymetli bir gelişme. Hikmet Çetinkaya’dan tebrik almak, benim için Oscar almak gibi bir şey, çok mutluyum...

Titiz bir anne misiniz? “Her şey mükemmel olacak” diye kendinizi yorar mısınız?

Hayır değilim ama şu bir gerçek ki, anneler arasında bir rekabet var. “Kim çocuğuna daha iyi bakıyor?”, “Kim çocuğunu daha çok aktiviteye götürdü?”, “Kimin çocuğu konuşmaya daha önce başladı?”, “Önce kimin çocuğu yürüdü?”, “Kimin çocuğu daha zeki?..” Bence biraz sakin olmak lazım... Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıysa, her annenin çocuk yetiştirişi de farklıdır. Annelik eleştiriye açık bir şey değildir. Benim kızımın yediği tek bir yoğurt var. Evde de mayaladık ama yemiyor. Sadece Pınar Organik Yoğurt’u yiyor. O kadar seviyor ki, yoğurt mu onu yiyor, o mu yoğurdu yiyor belli değil. Bir gün yine böyle yoğurt yerken kendinden geçtiğinde fotoğrafını çekip instagram’a yükledim. Yoğurdun evde mayalanmadığını gören bazı kişilerden gelen yorumları anlatamam size. “Hanım hanım bir dakikanı ayırıp çocuğuna yoğurt mayalayamadın mı?” “Hadi sen yapmıyorsun, yardımcıların da mı yapmıyor?” gibi eleştiriler… Ben kaynağını bilmediğim, sağlıklı olup olmadığı konusunda şüphe duyduğum bir sütten yoğurt yapmaktansa güvendiğim bir markanın ürününü almayı tercih ediyorum. Bu benim tercihim ve anneliğin böyle yarışlarla geçmesini de doğru bulmuyorum. Çok titiz bir anne değilim açıkçası. Dağhan’dan sonra özellikle Siva’da daha rahatım. Siva şimdiye kadar hiç antibiyotik kullanmadı. Çok ağır hastalık geçirmedi. Merak ettiğinde istediğini eline çekinmeden veriyorum. Sağlıklı ve hijyenik olması kaydıyla istediğini yemesine müsaade ediyor, bu konuda takıntı yapmıyorum. Kimse arada hamburger-patates kaçamağı yapmadığını söylemesin bana. Ben de arada yiyorum, Siva tadına bakmak istiyorsa ona da baktırıyorum.

Söz beslenmeden açılmışken… Hamilelik sürecinin ardından 34 kilo verdiğinizi biliyoruz. Bunu nasıl başardınız?

Siva’ya hamileyken 100 kilo olmuştum. 11 ayda 34 kilo verdim. Profesyonelce çalıştım. Kararlı oldum, bunu yapmak istedim. “Biraz zayıflayayım” dedin mi olmuyor. Bu senin meselen olacak ama takıntı haline de getirmeyeceksin. Aynaya çok fazla bakmamak lazım. Kendini olduğun gibi kabul edip bunun bir süreç olduğunu düşüneceksin. Nüket Bağışgil diyetisyenim. Bizim bir kız grubumuz var. Esra Erol, ben, Oylum Talu, Esin Övet, Ebru Toyverdi ve Ayşe Tolga. Biz altı kadın her ay buluşuyoruz. Euro günümüz var bizim. (gülüyor) Ebru Toyverdi’nin bir catering şirketi var, sabah size tüm gün yiyeceğiniz yemekleri gönderiyor. Sadece gelen yiyecekleri yedim. Eskiden sabah yolda koşanları görünce “Allahım nereden geliyor bunlar” diye şaşırırdım. Ama dedim ki, artık 30’lu yaşlarımdayım. Tek başına diyetle olmaz bu iş.  Rıfat Özkek’le çalışmaya başladım. Bir taraftan sağlıklı beslenip bir taraftan da kasa ve yağa yönelik antrenmanlar yapınca daha çabuk sonuç aldım. Hayatımın en fit dönemini yaşıyorum. Arada kaçamaklarım oluyor ama ertesi gün bunu dengeliyorum.

Çocuğunuzla ilgili zor günler geçirdiniz, geçirmektesiniz… Özge Uzun bunların üstesinden nasıl geliyor?

Deyim yerindeyse çoğu zaman çuvallıyorum. Her zaman başarılı olmanız mümkün değil. Farklı gelişim gösteren çocukların annelerine geçtiğimiz günlerde bir mektup yazdım. O mektupta şunları söyledim: “Hayat bir imtihan, ben öyle olduğuna inanıyorum. Evlatlar da insanların imtihanları. İster sağlıklı olsun ister problemle doğmuş olsun. Ben de annemin imtihanıyım mesela... Ama bu tek bir imtihan değil. Ben her günün minik sınavlarla, sözlülerle, yazılılarla geçtiğini düşünüyorum. Bazen yüksek not alırsın, bazen çakarsın, bazen de sınıfta kalırsın. Benim hayatımda sınıfta kalmışlıklarım oldu, ama onları geri getiremem. Şu vesveselerin sonu yok: “Keşke şunu yapmasaydım”, “Acaba şunu yapsaydım böyle olur muydu?”, “Acaba şu okula göndermese miydim?”, “Bak gördün mü, çocuğa izin verdim hasta oldu”… Biz anneler kendimizi suçlayacak bir alan her zaman buluruz, bu konuda çok başarılıyız. Ben bunu söyledikten sonra da kendimi suçlamaya devam edeceğim. Ama en azından içimi biraz rahat bırakabilirim... Ağlamıyor muyum? Ağlıyorum. Evladıma kızmıyor muyum? Bazen “Of Dağhan bıktım senden” diyorum, hangi anne evladına bunu söylemiyor ki?.. Ben bunu Siva’ya da söyleyeceğim… Annem de bana söylemişti. Bunların hepsini yaptım, ilerleyen zamanlarda da yapmaya devam edeceğim. Bu benim evladımı daha az sevdiğim anlamına gelmiyor. Ya da engelinden dolayı ona kötülük yapmışım gibi düşünmüyorum. Evlat evlattır, engelli veya engelsiz...

Dağhan’ın eğitimi için Ankara’yı tercih ettiniz... Bunun özel bir nedeni var mı?

İstanbul’da Dağhan için bir sürü merkez gezdik. Dağhan’ın tedavisi ve eğitimi konusunda muvaffak olamadık. Elbette iyi yerler vardır; biz tanışamadık. Ben Ankaralıyım. Eğitim ve tedavi bana Ankara’da daha güvenli geliyor. Sağlıklı ve iyi bir eğitim alabilmek ve problemlerinin çözümünde daha iyi yol kat edebilmek için Ankara’daki çok iyi bir merkeze gidiyor; ailem de orada. Bir buçuk yaşından beri zaten Ankara’ya Dağhan’la birlikte sürekli git-gel yapıyorduk. Dağhan için en önemli yıllar bunlar, en çok gelişimi bu yıllarda gösterecek, o yüzden kesintisiz devam etmesini istedik. Ben de haftanın dört günü Ankara’ya gidiyorsam, üç gün İstanbul’da kaldım şimdiye kadar. Günde dört saat eğitim alıyor. Ankara’ya gidince ben de daha iyi oluyorum. Oradayken iki çocuğum da gözümün önünde oluyor, bir kriz çıktığında anında müdahale edebiliyorum. Ankara’da onları uyutunca ben de koltukta uyuyakalıyorum. Onlar uyuduğunda ben de hep uyumak istiyorum. Ama İstanbul’da hiç uyuduğum yok.

Özge Uzun’un oğlu Dağhan’a yazdığı mektup...

www.ozgeuzun.com.tr adresinde tam metni bulabilirsiniz.

Şubat sonu... Aşkın oluşturduğu minik bir kelebeğin içimde uçuşmaya başladığını bilmiyordum...

Varlığını öğrendiğimde de bir süre inanamadım... O kadar uzun bir zaman bekledim ki O’nu; artık tam da ümidimi yitirmişken çıkageldi…

O minik şey büyüdü büyüdü, önce beni koca göbekli bir kadına, sonra da dünyanın en mutlu insanına dönüştürdü…

Kendine ait mutlulukları, hüzünleri, hırsları, kıskançlıkları olan bir insandım… Âşık, tutkulu, bazen tehlikeli, bazen de kedi gibi yumuşak bir kadındım... Artık bir anneyim.. Hem de kendince dünyanın en şanslı annesi…

Ben anne olmasaydım eğer,

Hamileliğimde 90’lı kilolara kadar çıkıp, kendi çapımda bir rekora imza atamayacaktım...

Ben anne olmasaydım eğer,

Senin kolyemi o küçücük ellerinle ilk kopardığın, ellerini ilk çırpmaya başladığın, bize ilk gülümsediğin zamanın hayatımın en değerli anları olduğunu bilemeyecektim…

Annemi hiçbir zaman bu kadar iyi anlayamayacaktım...

Senin canın yanarken benim canım erise bile nasıl güçlü duracağımı ve gözyaşlarımı gerçekten nasıl içime akıtacağımı hiç bilmeyecektim...

Doktorlar seninle ilgili olumsuz şeyler söyleseler de inadına inanmayı öğrenemeyecektim...

Belki babanla daha az kavga edecektik, ama adına evlat denilen sevgiyle nasıl da aşkımızın büyüdüğünü hiç bilemeyecektik…

Hiçbir zaman pişman değilim, olmayacağım… Niye benim bebeğim farklı demiyorum.. Sen bir şeyler öğrendiğin gün ben de seninle büyüyorum... Bazen kendimi başka bebeklere bakarken yakalıyorum... Sanma ki kıskandığımdan. O annelerin, bebeklerinin yaptığı en basit şeylerin bile aslında ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlamaları için dua ediyorum.

Sen olmasaydın ben hiçbir zaman ANNE olamayacaktım…

Bir çocuk doğduğunda, bir ANNE doğarmış.. Ben de seninle yeniden doğdum, bambaşka bir insan oldum…

17 Kasım’da Arslan Dağhan girdi hayatımıza.. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

 
Bu içeriği paylaşın;
 
 
 

Copyright 2016 Yaşar Holding A.Ş.

Gizlilik ve Kullanım Koşulları/KVKK
 
Site by LuckyEye
 

PINAR İLETİŞİM MERKEZİ

444 76 27

 
CookieWeb sitemizde size en iyi deneyimi sunabilmek için çerezleri kullanıyoruz. Daha fazla bilgi için gizlilik ve kullanım koşullarımıza göz atabilirsiniz.
X